‘Dijital göçebe’ sayısı 40 milyonu aştı, ülkeler vize vermek için yarışıyor
90’lar ekonomide bir debelenme dönemiydi. Enflasyon yüzde 60-70 bandında katılaşmıştı. Halk görünürde enflasyonla yaşamaya alışmış gibiydi. Ama aslında enflasyon refah artışının, orta sınıfın oluşumunun önündeki en büyük engeldi. Yolsuzluk her yere bulaşmıştı. Çeteler çok güçlüydü.
İktisatçı Murat Üçer Mesele Ekonomi’nin YouTube kanalında yayınlanan röportajında, enflasyonun yüzde 40-50 bandında katılaştığı 90’lı yıllara geri döndüğümüz endişesini taşıdığını söylüyordu geçen hafta. Gerçekten de sadece ekonomi değil siyasette olanlar da 1990’ları hatırlatıyor.
90’lar ekonomide bir debelenme dönemiydi. Enflasyon yüzde 60-70 bandında katılaşmıştı. Halk görünürde enflasyonla yaşamaya alışmış gibiydi. Ama aslında enflasyon refah artışının, orta sınıfın oluşumunun önündeki en büyük engeldi. Yolsuzluk her yere bulaşmıştı. Çeteler çok güçlüydü. Ekonomik büyüme krizlerle bölünüyordu. Fakat Türkiye uçurumdan aşağı da düşmüyordu, yeniçeri adımlarıyla da olsa büyümeye devam ediyorduk. (Ta ki 2001 Krizi’ne kadar.)
Böyle bir tablodan ne çıkar? Kendi yağında kavrulan vasat bir ülke çıkar. Türkiye vasatlığın adeta poster çocuğuydu. “Abarttın” diyeceklere Türkiye’nin vasatlığın temsilcisi olduğu görüşünün iktisat tarihçisi Şevket Pamuk’un tespiti olduğunu belirtmek isterim.
Şevket Pamuk “Eşitsiz Yüzyıllar” adlı kitabında Türkiye’nin son iki yüzyılda dünyanın diğer ülkelerine kıyasla gelişimini incelemişti.
Hamasi söylemleri boş verin, yukarıdaki tablo ortada, Türkiye en büyük 10 ekonomi arasına girmeye hiçbir zaman yaklaşamadı bile.
Türkiye’nin zengin ülkeler ligine girebilmesi veya en azından yaklaşabilmesi, en büyük 10 ekonomi arasına girme olasılığının ufukta belirmesi için 15-20 yıl boyunca kesintisiz yüksek büyüme yakalaması gerekiyordu. Batı Avrupa ülkelerinin II. Dünya Savaşı’ndan sonra, İspanya’nın 70’ler ve 80’ler, Güney Kore’nin 80’ler ve 90’larda yaptığı gibi.
Bunun koşullarından biri, enflasyon sorununun gündemden çıkarılmasıydı elbette. Ondan da önemlisi, ekonominin katma değerli sektörlere yönelmesiydi. Bu da uzun vadeli planlama gerektiriyordu. Planlamak kolaydı, asıl mesele siyasetçilerin Türkiye’nin kıt kaynaklarının inşaat gibi çok yüksek rant üreten sektörler yerine yüksek katma değerli alanlara yönlendirilmesini kabul etmesiydi.
Tabii ki olmadı. İktidarı eline geçirenler ailelerinin zenginleşmesini uzun vadede Türkiye’nin zenginleşmesine tercih etmişlerdi…
Murat Üçer’in Mesele Ekonomi’de yayınlanan söyleşisinden çıkıp nerelere geldik. Yazının başında belirttiğim gibi Üçer Türkiye’nin 90’lara döndüğü veya dönmekte olduğu endişesinde. İktidarın ortaya koyduğu iyimser hedeflere bakan biri Üçer’i karamsarlıkla eleştirebilir. Öyle ya, Cumhurbaşkanı Erdoğan bile “Sıkı para politikasıyla enflasyonun tek haneye indirileceğini” söylemedi mi geçenlerde?
Kağıt üzerindeki hedeflere değil gerçeklere inanmayı tercih edenlerdenim. Enflasyon daha birkaç ay önce ayda yüzde 9 artıyordu. Şimdi yüzde 3.5’a indi diye seviniyoruz. Oysa aylık yüzde 3.5 enflasyon yıllık yüzde 40’a karşılık geliyor. Yani Üçer’in “Enflasyonun yüzde 40-50 bandında katılaşmasından endişeliyim” dediği seviyeye. Evet, yıllık enflasyon önümüzdeki yaz baz etkisiyle (Bir önceki yaz aylık yüzde 9’luk enflasyonlar görüldüğü için) biraz gerileyecek ama baz etkisi ortadan kalkınca yönünü yeniden yukarıya çevirme olasılığı çok daha güçlü.
Bu yazıyı yazmaya Üçer’in söyleşisi kadar geçen hafta yaşadığımız anayasa krizinin etkisiyle de karar verdim. Anayasa krizleri de 90’ların alamet-i farikalarından biri değil miydi?